3 Aralık 2013 Salı

Bilgi ve İnanç arasındaki İlişki/Etkileşim veya Bilgi ve İnanç arasındaki Ayrım Yapaydır


Biraz sonra yazacaklarımız şu cümlenin açılımı olacaktır: Doğru veya yanlışlığından emin olduğumuz her bilgiye inanç ve her inanca da bilgi eşIik eder; yani her bilgi inanca ve her inançta bilgiye dayanır. Bilgi ve İnanç arasındaki İlişki/Etkileşim böyle işler, yani Bilgi ve İnanç arasındaki Ayrım Yapaydır.


İşiterek veya okuyarak öğrendiğimiz her "bilgi" (ki buna TV.'de gördüklerimizi de ekleyebiliriz) inanca dayanır; hatta o "naklî veriye", "bilgi" etiket/değeri atamamız bile inanca dayanır. Yani bizzat yaşayarak, görerek veya tecrübe ederek öğrenmediğimiz o naklî bilgi'nin doğruluğundan eminsek, "bilgi/doğru bilgi"; yanlışlığından eminsek, "yalan, yanlış bilgi" etiket/değer/sıfatı atarız. Eminlik derecemiz, delil-ispat arayıp aramayacağımızı da belirler. Yani her bilgi, inanca ve her inançta, bilgiye dayanır.



Örneğin: Suyun belli şartlarda 100 santigrat derecede kaynamaya başladığına inanıyor muyuz, yoksa biliyor muyuz? Cevap: Bu bilgi’nin doğru ve bilimsel olduğuna, bu sebepten aynı deneyi biz de yaparsak aynı sonucu bizim de alacağımıza inanıyoruz. Bu kadar bilimadamının yanılmış olamayacağına veya bize yalan söylemek için bu kadar bilimadamının ittifak etmesinin saçma olduğuna inanırız. Elhasıl suyun 100 santigrat derecede kaynamaya başlaması bilgisinin doğruluğundan, yani bu inançtan o kadar eminizdir ki, şüphelenmeyi ve delil-ispat aramayı bile abes ve mantıksız görürüz! Dolayısıyle delil-ispat prosesine girmeyiz; yani bu inancımızı, yaşayarak, bizzat gözlem yaparak "bilgi" seviyesine çıkarmayı düşünmeyiz.


Aslında sürecini bizzat deneyerek ve yaşayarak şahit olduklarımızla elde ettiğimiz bilgileri tümevarımsal olarak genele yaymakta inanca dayanır ama bu ayrı bir yazının konusu. Örneğin ateşin kağıdı yaktığını gördüğümüzde elde ettigimiz bilgi, o an/mekânda o ateşin o kağıdı yaktığıdır. Başka ateşlerin de  gelecek an/mekânlarda yakabileceği ve yaktığı ve yakmaya devam edecegi bilgisi, o gözlemledigimiz deneyde bulunmaz ve gözlenmez; bu çıkarımı ve genele yaymayı biz zihnimizde yaparız, yaptığımız bu tümevarım sadece bir inançtır. Tıpkı yarın deprem olmayacağı veya yarına kadar yaşayıp, ölmeyeceğimize inanmamız gibi.


Bilgi, inançla birlikte nefes alıp, yasayabilir, yani delil-ispat süreç ve yöntemiyle doğrulugu te'yid edilen her bilgi, inancın bir versiyonu/bilgi etiketi takılmış bir inançtır. Big Bang gibi. Yani Big Bang'in olduğu verisi veya suyun 100 derecede kaynamaya başlaması verisi ile bizim bizzat şahit olduğumuz "2 kulağımız olduğu" bilgisi arasında; inanç - bilgi farkı vardır; çünkü 2 kulağımız olduğu hakkında delil-ispat gerekmiyor, çünkü bizzat görüyoruz...


İman kelimesi kök olarak “emin olmak, söyleyene ve söylediğine güvenmek”ten gelir. Duyularımızla görmediğimiz, şahit olmadığımız (ve zaman/mekânsal uzaklıktan şahitte olamayacağımız, gözlemleyemeyeceğimiz) Big Bang’in olduğuna, konunun uzmanı bilimadamlarının söylemesi, bunun delillerini getirmesiyle (veya “bilimsel delillerle ispatlandı” demeleriyle) “inanmamız” gibi; “bilmemiz” değil, çünkü sonuçta 5 duyumuzla algılamadığımız, sadece bazı delillerin gözlenmesiyle ispatlanmaya çalışılan veya ispatlanan milyarlar seneler önceki bir olaydan bahsediyoruz.


Suyun 100 derecede kaynamaya başlaması olayı da, o deney-gözlemi yapan, defalarca test edip, gören için “bilgi”dir; bunu o bilimadam(lar)ından işiten/okuyanlar için “inanç”tır. “Bunun bilimsel bir bilgi olduğu, inanç olmadığı, çünkü aynı deneyi kendisi de yaparsa aynı sonucu alacağı” düşüncesi de bir “inanç”tır. Bu bilgi’nin doğruluğundan o kadar eminizdir ki; bundan hiç şüphe duymaz, bunun bilimadamından ispatını yapmasını istemez, kanıt aramaz veya doğruluğunu kendimiz test edip görmeye ihtiyaç duymayız!…


Sonuç: Bilgi ve İnanç arasındaki ayrım yapaydır ve aralarında kesin ve net bir çizgi yok; aslında bu ikisi birbirlerinden beslenir, yaşamak için birlikte var olmak zorundalar. Son tahlilde ve temel olarak: Her inancın konusu "doğru ve/veya yanlış bilgi"; her bilginin konusu "doğru ve/veya yanlış inanç"tır denilebilir. Özetle: Her bilgi inanca ve her inanç bilgiye dayanır.


Varlık ve vücudu görünmeyen, tespit edil(e)meyen “yerçekimi”ne, sadece etkileriyle inanan ve “nesneleri birbirine bağlayan bir kuvvet olmalı, yoksa uzaya uçardık, gezegenler dağılırdı, hem bak matematikî olarak hesaplayabiliyoruz düşüş hızlarını, ivmeleri vs.” diye mantık kuran, Bilimsel Teori hazırlayan Bilimsel Bilim; konu Rabbimiz olunca “gör(e)mediğimi kabul etmem veya alanıma dahil etmem” diye bir ilkesizlik örneği vermektedir…


İnsan 5 duyusuyla algılayamadığı birşeyin varolduğunu, etkileriyle anlar ve bilir ve algılayamadığı için de inanır; "yerçekimi (kütleçekimi)" gibi. Yerçekimi (kütleçekimi) örneğinde olduğu gibi, delil – ispat prosedürü kullanılan heryerde, aslında görmeden inanılan veya görmeden bilinen birşeyden bahsediyoruz demektir; çünkü görülen/algılanan şeyin zaten delil – ispata ihtiyacı yoktur! Bilimsel Bilim'in "kütleçekimi, yerçekimi" gibi görmeden (aletli-aletsiz varlığı 5 duyu ile hiçbir şekilde gözlemlenemediği halde, sadece etkileriyle varlık ve özellikleri tespit edilen) varolduğuna iman ettikleri nelerdir? Allahu Tealâ’yı da zatıyla göremediğimiz (görünmeyen değil, göremediğimiz) ama fiil-iş-eser-etkileriyle gördüğümüz hâlde, Bilimsel Bilim'in konusu dışında tutulmasının sebebi nedir? “Görmediğime, ölçemediğime inanmam ve konu etmem” diyerek Rabbimiz'i metafiziğe hapsetme ilüzyonu göstermesinin sebepleri nelerdir?


Bilimsel Bilim’in verdiği bilgilerde, teori ve ispatlarında kullandığı deliller (yukarıda vermiş olduğumuz “yerçekimi” örneğinde de görüldüğü gibi) genelde birinci veya ikinci derecedendir. Aslında delil – ispatların kaçıncı dereceden olduğunun pek bir önemi de yoktur, çünkü dediğimiz gibi; “delil – ispat prosedürü” kullanılan heryerde, aslında görmeden inanılan veya görmeden bilinen birşeyden bahsediyoruz demektir; çünkü görülen/algılanan şeyin zaten delil – ispata ihtiyacı yoktur. Yani Bilimsel Bilim’in delil – ispat süreciyle elde ettiği bilgiler, “görmeden inanmaya” karşılık gelir. Bu Bilimsel Bilgilerin doğruluğuna görmeden inanıyoruz, yani elde edilmiş delil – ispatlarla varıyoruz bu bilgiye. Yani görmediğimiz herşey salt “inanç”ın konusuna girmeyebilir; aynı zaman da “bilgi”nin de konusu olabilir bu. Daha doğrusu “bilgi” ve “inanç” arasındaki ayrım yapaydır.


Yani görmediğimiz “yerçekimi”nin varlık ve özelliklerine, bir takım gözlem ve kanıt – ispatlarla inanmak (veya bilmek) ile Rabbimiz’in varlık ve vasıflarına gene gözlem ve kanıt – ispatlarla inanmak veya bilmek arasında kategorik olarak bir fark yoktur. (Rabbimiz’in varlığına inanıyor muyuz, yoksa biliyor muyuz!?) Kâinatın genişlediği bilgisi ve/veya inancı da, gene delil – ispatlarla temellendirilmiştir. Yani kâinatın genişlediğini, kâinatın dışına çıkarak bizzat gözlemlemedik, şahit olmadık; “uzaklaşan ışığın kızıla kayması” gibi delillerle, evrenin genişlediği tezinin ispatına gidilmiş ve/veya evrenin genişlediği tespit edilmiştir...


Bilimsel Bilim’in doğruluk veya yanlışlığı delil – ispatlandırılamaz en temel inancı veya inançla bağlı olduğu en temel önvarsayım ve kabullerinden biri: Duyularımız dışında bir varlık olduğu ve bu varlığın duyularımızın bize gösterdiği, yani algıladığımız gibi olduğu inancıdır. Yani “madde”nin varlık ve özellikleri bile Bilimsel Yöntemlerle ispat edilemez!


Özetle, bu hayatın bir rü’ya olup – olmadığı ispat edilemez; çünkü getirilecek her delil gene hayatın içinden, duyularımızdan elde edilecektir. Buradan çıkan sonuçlardan birisi: Rabbimiz’in varlık ve vasıfları, içinde bulunduğumuz eşya ve kendi varlık ve sıfatlarımızdan çok daha kesin. Bu kesinlik yaşadığımız hayatın rü’ya veya gerçek olup olmamasından veya eşyanın algıladığımız gibi olup olmamasından bağımsız. Çünkü rü’yasa bu algıyı yaratan ve gördüren O, değilse yaratan ve gördüren gene O! Çünkü eser fiilsiz ve fiil de failsiz ol(a)maz! Bu fiil/eser(ler)e de O’ndan başkası sebep olamaz (C.C.)...