5 Aralık 2007 Çarşamba

İslâmiyet'in doğru olduğunu "biliyor" muyuz, yoksa "inanıyor" muyuz?

Nasıl ki "hareket" varlığın varlık şartı, aynen öyle de "inanmak"ta insan olmanın (akıl - bilinç sahibi olmanın) ayrılmaz parçası. Hiçbir şeye inanmayan, hiçbir şeyi "doğru" kabul etmeyen insan yoktur ve olamaz. Kimi putlara inanır, kimi hıristiyanlık, yahudilik veya budizm, taoizm, hinduizme. Kimi tabiat anaya, kimi herşeyin tesadüf ve rastlantıların eseri olduğuna inanır. Agnostik veya septik görünenler ise hiçbir şeyin bilinemeyeceğine veya kesin bilinemeyeceğine (bu sonuca hangi gözlemleyip, doğru olduğuna inandıkları bilgilerden vardıysalar!) inanırlar. Kimi Allahu Teâlâ varsa bile, insanların ve kâinatın iş - işleyişine karışmayacağı inancındadır. Kimi uzaylıların olabileceği ama Rabbimiz'in ol(a)mayacağı inancındadır...

Bilimsel Bilim'in Metafizik teorilerine, "teori"den fazla değer verip, iman etmiş olanlar ise daha başka şeylere inanırlar. Meselâ "var, yok; yokta var olmaz" diyerek, "madde - enerji yaratılmamış ve yok olmayacaktır, yani madde ezelî ve ebedîdir" gibi teorilere iman ederler. Yani başlangıç ve sonu olmayan ezelî Rabbimiz'i kabul etmektense, madde - varlığa ezeliyet vermeye çoktan hazırdırlar! Başlangıcı olmayan Rabbi "aklım almıyor" diye kabul etmeyenler, bunu (hem de delilsiz olarak) maddeye vermekte bir tutarsızlık görmezler!...

Bilim'e hâkim olan ateist ve materyalist felsefenin dayattığı diğer dogmatik inançlara örnek olarak: Herşeyin tesadüf ve rastlantıların maddeyi birbirine çarpıştırması ile oldurduğuna inanmak! Onlar bu muhteşem kâinatı tesadüfün inşa edebileceğinin mümkün olduğuna ve şu anda kâinatın da bu "mümkün"ün gerçekleşmesi olduğuna inanırlar! Bizim tesadüf tanımımıza göre, "tesadüf", belli bir kanunla mukayyed olmayıp, ara sıra olan, beklenmedik şeylere denilir. Fakat bunların "tesadüf"ü bizimkinden birazcık farklı! Onların tesadüfü halâ devam etmekte (her atışta zarlar hep düşeş gelmekte!) ve onların tesadüfü pek büyük işler yapmakta (yani her atışta zarlar hep dik gelmekte!). Onların tesadüf inancına göre; tesadüfen halâ ağaçlardan rengarenk tat - kokuda elma, armutlar çıkmakta; tesadüfen bitkiler halâ (ne yaptıklarını ve sonuçlarını bilmeden) fotosentez yapmakta; tesadüfen hava halâ ihtiyacımız olan oranı muhafaza etmekte! Hasılı herşey dengede, herşey ölçülü; herşey (yap - boz bulmacanın birbiriyle uyumlu girintili parçaları gibi) birbirlerini tamamlayacak şekilde; olması gereken yerde, olması gereken zamanda, hem de tesadüfen! Ay tam olması gereken yerde; dünyanın eğimi tam olması gereken açıda; dünyamıza gelen ışınları tanıyıp, bunlardan hangisinin bize faydalı ve zararlı olduğunu bilip, ihtiyacımız olanlara izin veren ve zararlıları geçirmeyen atmosfer tam olması gereken yerde, tam olması gereken özellik ve oranda, tesadüfen!...

Fakat onlar bu itikadlarına dogmatik bir taassupla yapıştıkları için, inançlarını şöyle revize etmişlerdir: "Tesadüf, evrende bazı zorunluluklar doğurdu ve madde de o zorunluluğa uymak zorunda kaldı." Peki "tesadüf" denilen görünmez - ellenmez, algılanmaz tanrı, hangi enerjisiyle bu zorunluğu doğurdu, hangi gücüyle maddeyi buna boyun eğdirdi!? Buradan, bu inanç sahiplerinin "tesadüf tanrısı"nın enerji sahibi olduğunu veya maddeyi bazı kurallara uymaya mecbur edebildiğini öğreniyoruz!... Bununla birlikte, herhangi bir olay - nesnenin tesadüfen, tesadüfî kurallarla olduğunu ispat edebilmek ilkesel ve teorik olarak mümkün değildir. Örneğin ben kâğıda 5 tane rakam yazsam, siz bu rakamlar arasındaki ilgi - kural, ilişkiyi çözemediğiniz zaman, "bu rakamlar tesafüden, rastgele yazılmıştır" diyemezsiniz ve bunu ispatta edemezsiniz. Çünkü pekalâ onları zihnimdeki bir kurala göre yazmış olabilirim. 5 tane basit rakam için "tesadüftür" diyemeyen, kâinat için hiç diyememeli!

Bunların diğer bir batıl inancı "herşeyi tabiatın eseri, tabiî görüp, bunların İlâhî olmadığı" inancıdır. "Batıl" diyorum, çünkü "tabiat" diye eşyadan ayrı ve somut, fiziksel ve maddî bir varlık, güç sahibi bir işgören yoktur! Tabiat, dışsal karşılığı olmayan, sadece zihinde bir "kelime"dir. Tıpkı masallarda adı geçen Anka Kuşu gibi. Realitede, duyularımızın dışında bir karşılığı olmayan "tabiat", nasıl herhangi birşeye sebep olduğu - olabileceği iddia edilebilir; o soyut, "şey" bile olmayan kavram, maddeyi nasıl etkileyebilir!... (Ağacı ne yaptı?, "Tabiat"., Kuşun sebebi ne? "Tabiat"., "Denizleri, havayı ne veya kim temizliyor? "Tabiat". Kardeşim o zaman "tabiat" ne! Tabiat dediğiniz şey, zaten ağaç, deniz, hava vs.'nin toplamı değil mi!?)

Bilimsel Bilim'in diğer batıl inançlarına örnek olarak: Ağaçların, meyve yapabildiğine ve yaptığına inanmak; cansız atomların birleşmesiyle canlı organizma olabileceğine ve olduğuna inanmak (parçasında olmayan şeyin, bütününde olduğuna inanmak; yani hayatı olmayan atomların, organizmadaki hayatiyetin kaynağı olduğuna inanmak); hayvanları Sevk-i İlâhî, ilham değil, sevk-i tabiî, içgüdünün yönlendirdiğine inanmak; D.N.A.'daki bilgi - program, sanki o bilgi bir "kuvvet"miş gibi hücreyi yönettiğine inanmak; dinler genelinde, İslâmiyet'in uydurma olduğuna inanmak (bilim'in sosyoloji, psikoloji, antropoloji, tarih kitaplarının geneli; dinlerin, insan - toplum ihtiyaç - ürünü olduğunu söyler ve dinleri ayırdetmeksizin öyle konumlandırır); tabiat ve kâinatta görünmez "manevî kanun (yaptırım enerjisi) - mekanizmaların" saat gibi kâinatı çalıştırıp, maddedeki zerreleri organize edip, maddeyi işlettiğine inanmak...

Bu girişten sonra, gelelim asıl konumuza: "İslâmiyet" bütün bu yukarıda saydığımız dinî - felsefî - bilimsel - ideolojik inanç ve kanaatlerden farklı ve ayrıdır; bu sebepten, biraz sonra aşağıda bazılarını sayacağımız nedenlerden de anlaşılacağı gibi; dinimiz, "dogmatik - körükörüne inanç" kategorisinde değil, "doğruluğu kesinleşmiş bilgi" kategorisinde olduğu farkedilmeli. Yani dinimizin diğer herhangi bir (kitaplı - kitapsız; hak - batıl; İlâhî olan - olmayan) din - inançlar kategorisinde olduğunu düşünmek, böyle kategorize etmek yanlıştır. Neden yanlıştır? İşte konumuz bu.

Bir kere, Rabbimiz'in Kur'ân-ı Kerim'de defaatle buyurduğu üzere; O, biz müslümanlardan "körükörüne / ana - baba - çevremizden gördüğümüz" gibi, yani "dogmatik" bir inanç ve teslimiyet istememektedir. Bunu Rabbimizin Kur'ân-ı Kerim'in 3'te 2'sinde, iman - teslimiyetimizi, kâinat ve nefsimize bakarak delil ve tescil ettirme / doğrulama emir - teşvik - tavsiyelerinden anlayabiliriz. Zaten mü'min olmanın ilk şartlarından birisinin "Kelime-i Şehadet (Eşhedu en Lâ İlâhe ...)" olması (şahit olup, şahitlik etme; tanık olup, tanıklık etme); yani Peygamber ve getirdiği Kitap - haberlerin doğru ve kesin bilgiler olduğuna; kâinat ve nefsimizdeki delil - ispatlara bakarak, bizden buna şehadet edip, şahit olmamızı istemesinden de bu anlaşılabilir. Kur'ân-ı Kerim'de; "Kûl" (söyle, anlat, bildir) emriyle söylenen kelamî (sözsel) varlıklara "ayet" denilmesi ile "Kûn" (ol) emriyle yaratılan Kâinat Kitabı'ndaki kevnî, cismanî varlıklara "ayet" denilmesinden de ("ayet"in anlamı : İşaret, delil, iz, alâmet) bu anlaşılabilir. Bu, müslüman olmayanları, zorla müslüman etmenin yasaklanmış olmasından da anlaşılabilir. Bu, kitabımızın akıl ve düşünmeye yaptığı emir - teşvikler ve aklı olmayanın dinen sorumlu olmaması ve peygamber - kitap ulaşmamış insan - kavimlerin dinen sorumlu olmaması gibi hükümlerden de anlaşılabilir.

Konuyu getireceğimiz nokta şu: Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ne demişse, Rabbimiz Kur'ân-ı Kerim'de ne buyurmuşsa, istisnasız hepsinin gerek nefis (içimizde) ve gerekse dışımız (kâinatta) ayet - delil - işaret - karine - ispatları vardır. Bu, inkâr edenlerin neden cezalandırılacağını da açıklar. Çünkü inkâr eden, bile bile inkâr etmiştir! Çünkü kâinatta bu sayısız bu kadar delil - ispata rağmen ve hem de bu delilleri algılayıp, anlamını anlayacak fıtratta yaratılmışlarken; yaratılışlarında getirdikleri bu özellikleri bozarak, basiretlerini kör etmeleri sonucu, bütün bu delilleri görmemeyi ve bu yetmezmiş gibi zandan ibaret olan delilsiz başka şeylere inanmayı tercih etmişlerdir! Yani görüp, ısısını hissettiği gündüzün ortasında, göremediği güneşi gözlerindeki zayıflığa vermek yerine, "Gökte güneş yok, çünkü görmedim" yanlış mantığıyla hareket etmişlerdir! Fakat işlerine gelince, görmedikleri ve hiçbir türlü ispatta edemedikleri "tesadüf, tabiat, ezelî ve ebedî madde" tanrılarını kabul etmekte bir çelişki görmemişlerdir! Yani güneşi inkâr etmek için gözünü kapama misali, bunca içte ve dışta delile gözkapamışlardır!... İslâmiyet'in hak ve doğru olduğunu inkâr edenlerin, buna gösterdikleri sebepler, bahanedir! Çünkü dinimizi inkâr etmelerine gösterdikleri mazeretlerin çok daha fazlası; kendi zannî, delilsiz inançlarında vardır! Onlar herhangi bir batıl inanca duydukları inanç ve hoşgörüyü bile, müslümanlara çok görürler!...

Önceki paragrafta "Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ne demişse, Rabbimiz Kur'ân-ı Kerim'de ne buyurmuşsa, istisnasız hepsinin gerek nefis (içimizde) ve gerekse dışımız (kâinatta) ayet - delil - işaret - karine - ispatları vardır." demiştik. Buradan geleceğimiz nokta şu: Rabbimiz'in varlık ve sıfatlarına ve Peygamber Efendimiz ve Kur'ân-ı Kerim'in Rabbimiz tarafından gönderildiğine inanmayanların; yani "Rabbimiz ve Peygamber - Kitap yalan olduğuna" inananların; ne bu inançlarını ispat edebilecekleri bir delil ve ne de bizim inancımızın yanlış olduğu gösterebilecekleri bir delil - karine yok! Bu inançlarını doğrulatabilecekleri herhangi bir delilin olmamasıyla birlikte, böyle bir delili araştırmanın yolu da yok. Yani farzı muhâl evrende itikadlarını ispatlayabilecekleri (hiç değilse doğru olmasının "mümkün" olduğunu gösterebilecekleri) bir delil olsaydı, bunu arayamazlardı! Çünkü Rabbimiz'in olmadığının ispatı için tüm uzayları hem teleskop ve hem de mikroskopla, ışığın bilinen - bilinmeyen tüm dalga boylarıyla ince ince eleyip, gözlemleyip, Rabbimizi keşfedemezlerse ancak bir delil bulmuş olabilirlerdi! Böyle bir araştırma için ne teknoloji ve teknoloji olsa bile insanlığın ömrü yetmez! Bu örnek, Rabbimiz'in maddî bir varlık olduğu anlamında yazılmadı. Bu örnek sadece, Rabbimiz, melekler, cinler, Cennet - Cehennem, ahiret vs.'nin olmadığına inananların, bu inançlarını ispatlamaktan aciz olduklarını izah sadedinde yazıldı.

Buradan da konuyu şuraya getireceğiz: Rabbimiz - Peygamberimiz ve Kitabımızın hak ve gerçek olmadığına inananların delil ve ispattan yoksun olması, bunların tüm inanç ve itikadlarının "zan ve vehim, aklî kurgu ve uydurmalar"dan ibaret olduğunu, yani bu itikadlarına körükörüne bağlandıklarını gösterir! (Evet herşeyin sebebinin Rabbimiz olabileceği ve olduğunu itiraf etmekten kaçınanlar; herşeye ilâhlık vasıflarını vermek zorundadırlar! Gökteki güneşi inkâr edenler, yerdeki her yansımasındaki milyonlar güneşi kabul etmeye mecburdurlar. Evrendeki tüm fiil - eserlere, maddenin sebep olduğuna inanmak zorundadırlar! Ressamı inkâr edenler veya yokmuş gibi konuşanlar; resmi, üzerindeki boya - fırça darbeleriyle izah etmeye mecburdurlar!)

Onların zan ve inançlarının doğruluğunu (hatta buna ihtimal olduğunu) ispat edememeleri, onlara tek bir seçenek bırakıyor ki o da şu: Biz delil - ispat - tahkikli inanmış ve buna şahit olup, diliyle ilân ve ikrar etmiş müslümanların delil - ispatlarını çürütmeye çalışmak!...